21 gün boyunca kendim için bir şeyler yapmaya karar verince ilk olarak kendime “En çok neler yapmak istedim ama yapmadım?” diye sordum. Cevaplarını gerçekleştirmek bana kendimi en iyi hissettirecek şeyler olacaktı. İki gündür yaptığım tek başıma sinemaya gitmek, resim kursuna yazılmak, gibi.. Hepsi böyle şeyler değil ama bir kaç tane daha etkinlik planım var, onları da beni çok rahatsız etmeyecek şekilde aralıklı olarak günlere dağıttım. Rahatsız etmeyecek şekilde dedim çünkü ben gayet “içedönük” biri olarak tanımlanabilirim. Aksi karakterde biri her gün etkinlikten etkinliğe koşmaya, sürekli kalabalık gruplarla beraber olmaya daha alışık ve bundan keyif alırken; ben üç gün üst üste evde vakit geçiremeden dışarıda ve kalabalıkta olsam mutsuz oluyorum.
İçedönük deyince negatif bir çok yargı cümlesi geliyor çoğu insanın aklına. Şimdi sayarım da eşeğin aklına karpuz kabuğu sokmuş olmamak için yazmayacağım -zaten günlük hayatımda yeterinde etiketleniyorum. Halbuki içedönük olmak kesinlikle kötü bir şey değil, gayet de bir tercih meselesidir. Dolayısıyla burada “bilinçli” bir içedönüklükten bahsediyorum. Aradaki farkın altını çiziyor ve içedönük/dışadönük kavramını ilk tanımlayan psikiyatrist C.Gustav Jung reisin ruhu şad olsun diyorum.
Yani hiçbirimiz aynı değiliz, herkesin karakteri yapısı farklı. Kimi arkadaşlarıyla her gün beraberdir; kimi benim gibi sık görüşmez de görüştüğü zaman sanki her gün beraberlermiş gibi aynı elektriği yakalar. Kimi herkesle iyi anlaşmasa bile öyleymiş gibi görünmeye dikkat eder, öne çıkmayı ve farkedilmeyi sever; kimi herkesle iyi anlaşma zorunluluğunu hiç üzerinde hissetmez, uzak duruyorsa uzak durmak istiyordur. (“If I seem distant, because I AM” diye de sevdiğim bir söz vardır.) Kimi evde oturan erken ölür der, kendini dışarı atar; kimine ver kitabı eline koca gün evde kafasını dinlesin. Özetle ben parti kızı, sosyal kraliçe, etkinlik delisi, gezgin ruhlu biri hiç olmadım, olmak doğduğumdan beri hiç içimden gelmedi. Şurda 21 gün için seçtiğim bir avuç aktivite bile genelde yalnız yapmayı seçtiğim şeyler, onları da iki gün üst üste yaparsam darlanırım. (Çünkü ben de böyle seviyorum?) Pek sevgili Cem Toker’in söylediği gibi “Biz de böyle bir delikanlıyız!” diyor ve konuyu toparlıyorum.
3. Gün
7 Aralık 2016 – Çarşamba
O gün bir önceki yazımda bahsi geçen nedenden dolayı gerçekten çok üzgündüm. Ama birkaç gün öncesinden gitmek istediğim bir seminere bilet almıştım ve akşam beynim sütlaç kıvamında olmasına rağmen kendimi zorlayıp gittim. Seminer İzgören Akademi’nin düzenlediği, Barış Kılıçarslan’ın konuşmacı olduğu “Şu Dünyadaki En Mutlu Kişi”. Seminer sonunda dünyadaki en mutlu kişi kimdir anlıyorsunuz da o gün seminerdeki en mutsuz kişi bendim gerçekten. Yine de beklentilerimin çok üstünde ve çok keyifli bir konuşma dinledim iki saat boyunca. Sayfalarca not aldım ve aynı seminere bir kere daha katılmaya niyet ettim.
Barış Bey’in de seminer sonrası iznini aldığım için çok kısaca içeriğinden bahsedeceğim konuşmasının. 2 saati “Başarı ve Mutluluk” olarak iki bölüme ayırıyor. Başarı bölümünde hayat çarkı çalışması yaptırarak olduğumuz noktayı ve hedef belirlemeyi anlatıyor, sonra da hedeflerin önündeki engellerden bahsediyor. İkinci bölüm yani mutluluk bölümü ise çok daha ilgimi çekti çünkü hiç “mutluluk içimizde” muhabbetine girmeden çok bilimsel bir şekilde onlarca keyifli video ve görselle mutluluk yaratan hormonları anlatıyor.
4 adet mutluluk hormonu var; bunların ikisi bireysel hormon olarak tanımlanıyor ve tek başımıza elde edebiliyoruz, diğer ikisi ise sosyal hormonlar olarak geçiyor ve onlar için başkalarına ihtiyaç duyuyoruz.
1.Bireysel Hormon: Dopamin
Dopamin hormonu bağımlılık yapan bir mutluluk hormonu. İlginçtir ki sigara, alkol ve antidepresanların içinde de var, dolayısıyla onları tüketirken aslında bağımlı olduğumuz şeylerden biri de o maddelerin vücuda sağladığı dopamin hormonu oluyor. Bunun dışında bir şey başardığımızda ya da yapılacaklar listemizdeki şeyleri bir bir yapıp tik attığımızda hissettiğimiz tatmin duygusu tam olarak vücudumuzda salgılanan dopamin hormonu. Bu hormon bağımlılık yaptığı için bir kere o başarı duygusunu tadan insan aynısını yine yaşamak istiyor. İyi şeyler başarmış birinin tekrar tekrar başarıya koşması da tam olarak bu sebepten.
Aslında pedagojide Montesorri eğitimi denilen şeyin altında da bu duyguyu çocuğa yaşatmak ve sonra bu duygunun devamını getirmesini sağlamak var. Çocuk koltuğa tırmanmak ister, başaramaz, size bakar sızlanır ve yardım bekler. Eğer o noktada çocuğu kaldırıp koltuğa siz oturtursanız çocuk tek başına bir şeyleri başaramayacağı mesajını alabilir. Ama onu yüreklendirerek koltuğa tek başına çıkabileceğini söylerseniz, birkaç denemeden sonra kendi başardığı an dopamin hormonunun varlığını yüz ifadesinde bile görebilirsiniz.
2.Bireysel Hormon: Endorfin
Bu hormonu herkes duymuştur, fiziksel limitlerimizi zorladığımızda salgılanıyor. Düzenli spor yapanlar bu hormonu çokça salgılıyor. Canımıza okunsa da spor sonrası oluşan mutluluk duygusu bu hormondan kaynaklanıyor. Morfinden tam 34 kat daha etkili olabiliyormuş, o yüzden korkunç şekilde vücudunu zorlayan atletler, halter kaldıranlar vücutlarında salgılanan yoğun endorfin etkisiyle o anda ağrıyı acıyı hissetmiyor bile.
3.Sosyal Hormon: Serotonin
Bu bulaşıcı bir hormon! En çok başarısı takdir gören bireylerde salgılanıyor. Bir mezuniyet törenini düşünün ya da bir oscar törenini.. O sırada ödül alan kişinin vücudunda korkunç derecede serotonin salgılanıyor o yüzden ağzı kulaklarında ve nedense o an ona bakan 500 kişinin de yüzünde anlamsız bir gülümseme var. Çünkü bulaşıcı!
Bir de serotonin hormonuyla alakalı bir araştırma sonucu bir çalışanın iş yerinde bu hormonu hissetmiyorsa oradan kısa vadede ayrıldığı saptanıyor. Çünkü başarısı takdir görmüyor ve mutsuz. Ayrıca serotonin hormonu bulaşıcıysa, aksi de bulaşıcı. Yani bir ofiste birileri takdir görmediği için mutsuzsa diğerleri de bundan etkileniyor. Ard arda işten çıkmalar da en çok bu sebepten gözleniyormuş.
4.Sosyal Hormon: Oksitosin
Barış Bey bu hormonu anlatırken ilk söylediği şey “Bir ilişkide iki taraf da bu hormonu hissedebiliyorsa o ilişki bitmez!”di, hepimiz pür dikkat kesildik haliyle. Bu hormon en yoğun olarak fiziksel temas anında salgılanıyor ama anlamlı fiziksel temaslardan bahsediyoruz. Kötü hissettiğinizde birinin sizi içtenlikle kucaklayıp saçınızı okşaması gibi.. Bir annenin bebeğini emzirmesi gibi.. Bunun dışında bir de iyilik yapıldığında, birine değer verdiğini ve sevdiğini gösterdiğinde salgılandığı gözlemlenmiş. Yani gidip bir yetim sevindirdiğinizde içinize dolan huzur, birine bir jest yaptığınızda size de sıçrayan mutluluğa bu hormon sebep oluyor. Ve o kadar güçlü de bir hormon ki sadece bu bile bir yaşam amacı olabiliyor.
Özetle çok bilgilendirici ve katılması keyifli bir seminerdi. O gün içerisinde kendim için yaptığım en iyi şey katılarak kendime ufak da olsa bir yatırım yapmamdı.
GÜNÜN KARTI
47. Umut – (Yine cuk diye taşları yerine oturtan bir kart seçmişim)
Sevginin neşesi yalnızca yalnız olmanın neşesini tattığında mümkündür, çünkü ancak o zaman paylaşacak bir şeyin vardır. Aksi takdirde bir araya gelen ve birbirlerine tutunan iki dilenci mutlu olamaz. Birbirleri için sıkıntı yaratırlar çünkü her ikisi de çaresizde “O beni tamamlayacak” umudu taşır. Birbirlerini tamamlayamazlar, her ikisi de kördür, birbirlerine yardım edemezler.
“Ormanda kaybolan bir avcıyla ilgili bir hikaye duymuştum. Üç gün boyunca yolunu sorabileceği tek bir kişi bile bulamamış ve giderek daha da telaşlanmaya başlamış. Üç gün boyunca aç ve vahşi hayvanların korkusuyla yaşamış. Üç gün boyunca uyuyamamış, bir ağacın üzerinde her an saldırıya uğrayacağı korkusuyla yaşamış.
Üçüncü günden sonra dördüncü günün sabahında başka bir ağacın altında oturan bir adam görmüş. Neşesini tahmin edebilirsiniz. Koşup adama sarılmış ve “Ne büyük mutluluk!” demiş. Diğer adam da ona sarılmış ve o an ikisi de çok mutlu olmuşlar. Sonra birbirlerine sormuşlar; “Neden bu kadar coşkulusun?” İlki “Ormanda kayboldum ve günlerdir birini bulabilmek için bekliyordum” demiş. Diğeri de “Ben de kayboldum ve ben de birini bulabilmek için bekliyordum. Ama ikimiz de kaybolduysak o zaman bu coşku aptallık. Şimdi birlikte kaybolacağız!” demiş.
Olan özetle budur. Sen yalnızsın, o yalnız. Önce balayı; birbirinizi bulmuş olmanın coşkusunu yaşarsınız. Artık yalnız değilsiniz. Ama üç ay, üç gün, ya da yeterince zekiysen üç saat içerisinde anlarsın. “Ne yapmaya çalışıyoruz? Bu olmayacak. O da benim kadar yalnız. Şimdi birlikte yaşayacağız, iki yalnız bir arada.. İki yaralı birbirinin iyileşmesine yardım edemez…”
Yalnız olmanın neşesini bilen herkese selamlar…
4 Yorum
Sanırım size bu yazınızla ilgili uzun bir mail atacağım ilk fırsatta 🙂 çok çok severek takip ediyorum 21 gün sürecini 🙂
9 Aralık 2016 at 9:00 pmBekliyorum tatlım <3
10 Aralık 2016 at 10:13 amÇok özel değilse blogumda da yayınlayabilirim yazını.
Sevgiler..
Bayıldım bu yazına 🙂 ellerine sağlık tatlışım 🙂
11 Aralık 2016 at 10:44 amAa aaa bloguma şeref verdin Tomtom! 🙂
11 Aralık 2016 at 7:47 pm